İttiba'nın Gölgesi: Abdullah İbn Ömer (R.A.)’in İzinde Takvâ

Kader, Mekke'nin nurlu günlerinde, henüz bir çocuk iken, O’nu (r.a.) hakikatin nuruna hazırlıyordu. O, Ömerü’l-Fâruk (r.a.) gibi heybetli bir babanın gölgesinde değil, bilâkis Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in nurlu hayatının ta kendisinde büyüyen bir fidan idi. Adı Abdullah İbn Ömer idi;

Abone Ol

Abdullah (r.a.), İslâm’ın Mekke’de zuhur ettiği ilk demlerden itibaren vahiy ile hemhâl oldu. Daha çocuk yaşta babası ile birlikte Medine’ye hicret etti. O’nun kalbi, dünya zinetlerinden ve nefsanî arzulardan âzâde olarak, sadece vahyin sadâsına açıktı.

​Henüz on beş yaşına basmamış bir delikanlı iken, İslâm’ın ilk büyük imtihanı olan Bedir ve Uhud meydanlarına gönüllü koştu. Kılıç tutmaya müsait olmadığı için geri çevrildiğinde dahi, kalbindeki cihad ateşi söneceğine, bilakis daha da alevlendi. Ancak Hendek Gazvesi’ne (H. 5. yıl) geldiğinde, yaşı uygun bulunduğu için, Nebîler Nebîsi (s.a.v.) O’na harb meydanında durma izni verdi.

​İşte bu genç yaşlardan itibaren, Abdullah'ın (r.a.) hayatı, sâdece emir ve nehiy dinlemekten ibaret değildi; o, Efendimiz'in (s.a.v.) hâl ve tavrına, Sünnetinin her veçhesine tam anlamıyla uyma gayretindeydi. Bu ulvî hedef, onu Ashâb-ı Kirâm (r.a.) arasında "İttiba'nın Timsali" kıldı. Öyle ki, Mü'minlerin Annesi Hz. Âişe (r.a.) dahi O'nun hakkında şöyle buyurmuştur:

​"Peygamberlerin indiği yerde inen (vahyin indiği topraklarda yaşayan) biri, İbn Ömer kadar onun (Resûlullah'ın) yolundan gitmemiştir."


​Bu, sıradan bir övgü değil, İbn Ömer’in (r.a.) Sünnet’e olan kayıtsız şartsız itaatinin en yüce tasdikiydi. O (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) bir yerde durup dinlendiğini görse, yıllar sonra dahi oraya geldiğinde, atından inip aynı yerde dinlenir, hangi ağacın altında namaz kıldığını bilse, aynı namazı aynı yerde eda ederdi. Bu, kuru bir taklit değil, Allah'a (c.c.) olan mutlak teslimiyetin bir gereği olarak, Resûl'e (s.a.v.) duyulan itaat ve bağlılığın en ulvî tecellîsi idi.

​Gecenin İmtihanı: Sâdık Bir Rüyâ ve Amelin Sırrı

​Abdullah İbn Ömer’in (r.a.) hayatındaki en çarpıcı kıssalardan biri, imanın amelle teyit edilmesinin ne denli mühim olduğunu gösterir.

​Şöyle rivayet edilir: Bir gece rüyasında, iki meleğin kendisini tutup Cehennem'in yakınına götürdüğünü gördü. Cehennem'in dehşeti karşısında: "Allah'a sığınırım!" diye yalvardı. Bunun üzerine üçüncü bir melek gelerek ona: "Korkma! Sen, iyi bir adamsın; keşke geceleri daha çok namaz kılsaydın!" dedi. Resûlullah (s.a.v.), bu rüyayı tebessümle karşılayarak şöyle buyurdular: "Abdullah gerçekten sâlih bir kimsedir; keşke geceleri namaz kılmaya daha çok devam etseydi!"

​İşte o an, bu nebevî tasdik ve nâzîk îkâz, Abdullah'ın (r.a.) kalbine işledi. Bu vak'adan sonra, o, hayatının sonuna dek gece namazlarını (teheccüd) bir daha terk etmedi. Bu, O'nun sadece lâfızlarla değil, rûhun derinliğiyle yaşanması gereken bir îman yolcusu olduğunun en parlak delilidir. Zira söz, amel ile te'yîd edilmezse berekete nâil olamaz.

​Rivayette Verâ: Kelâmı Muhafaza Etmedeki İlmî Titizlik

​Abdullah İbn Ömer (r.a.), sadece amelde değil, ilmin naklinde de eşsiz bir hassasiyet sergiledi. Hadis rivayetindeki titizliği, O'nu diğer sahâbîlerden ayıran en keskin vasıflardan biriydi.

​O, Resûlullah'ın (s.a.v.) mübârek lisanından sâdır olan her kelâmı, harfiyen ezberler ve naklederdi. Bir hadisi rivayet ederken en ufak bir mana değişikliğine bile izin vermez, şayet lafızdan emin değilse, rivayet etmekten kaçınırdı. O'nun bu ilmî tavrı, ümmete, Nebî'nin (s.a.v.) Kelâmı'nın, Allah'ın Kelâmı gibi korunması gereken mübarek bir emanet olduğunu öğretti. Bu "verâ" (şüpheliden sakınma) hassasiyeti, bid'at ve hurafelerin Sünnet'e karışmasını engellemekteki en büyük set idi.

​Sünnetin Kale Burcu: Bid'at ve Fitne Karşısında Durulan Âlim

​Abdullah İbn Ömer (r.a.), ömrünü, Sünnet'i zerre kadar sapmadan yaşama gayesi üzerine inşa etti. O'nun ilminin zirvesi, dinin sâfiyetini korumakta tecelli etti. Bu sebeple, dinin özüne aykırı her türlü yenilik ve sapmadan şiddetle sakındırırdı.

​O, mü'minlere şunu gür bir sadâ ile hatırlatıyordu: "Her bid’at delalettir, halk onu iyi sansa bile!"

​Bu ferman, O'nun nezdinde Sünnet'in ve Bid'at'in ayrımının ne kadar kesin olduğunu gösterir. O'na göre kurtuluş yolu, nefs-i emmâre'nin (nefsin hoş gördüğünün) peşinden gitmek değil, Resûlullah'ın (s.a.v.) çizdiği sınırda titizlikle durmaktı. Zühd ve verâ timsaliydi; eline geçen her şeyi muhtaçlara tasadduk ederdi.

​Fitnelerin arttığı dönemlerde dahi, kendisine hilafet teklif edildiğinde, sorumluluğun ve dünya siyasetinin meşgalesinden kaçınarak bu teklifi reddetti. O’nun için en büyük makam, Allah'a (c.c.) itaat ve ümmetin birliğini bozacak her türlü eylemden sakınma makamıydı.

​Âhirete İrtihâl: Son Teslimiyet

​Hicrî 73 senesinde, yetmiş küsur yıllık takva dolu bir ömrün ardından Medine-i Münevvere'de dar-ı bekaya irtihal etti. Son nefeslerini verirken dahi kalbinde dünya sevgisine dair zerre bulunmazdı. Vefatının ardından Medine semalarında yankılanan hüzün, Sünnet'in yaşayan en büyük şahidinin artık aralarında olmadığına dair bir sükûttu.

​Son Bir Söz: Bid’at ve Nefsin Hevâsına Kapanan Kapı

​Abdullah İbn Ömer (r.a.)’in mirası, bizlere, hakikati en sâf hâliyle idrâk etmenin biricik yolunu işaret eder: İttibâdan zerre sapma, hidâyetten uzaklaşmadır.

​O büyük İmam, tüm ömrünü, Sünnet’in zâhiri ve bâtını üzerinde yürüyerek geçirdi. O’nun hayatı, dinde yeni bir yol arayan her nefsin hevâsına kapanmış kesin bir kapıdır. Zira kurtuluşun güneşi, ancak Resûlullah (s.a.v.)’ın ve sâdık ashâbının izinde yükselir.

​Ey Müslüman! Eğer Abdullah İbn Ömer’i (r.a.) anlamak istersen, bil ki: Bizi kurtaracak olan, nefsimizin 'iyi gördüğü' yenilikler değil; Resûlullah'ın (s.a.v.) bize bıraktığı kadîm ve mükemmel yoldur.

​Allah (c.c.) indinde, Tevhîd kalesi, Sünnet burçları ile tahkim edilmedikçe ayakta kalmaz. Zira Bid'at, kalbi zayıflatır ve şeytanın davetine kapı aralar. Bu sebeple, şirk ve bid'at zerrelerinden arınmış, kayıtsız şartsız bir itaat ile Kitap ve Sünnet'e sarıl!

​Zira o, dün onları kurtarmış olandır.

​Ve’l-Hamdü Lillâhi Rabbi’l-Âlemîn.