Evvel-i Âşinâlık: Çobanın Kalbinde Yeşeren Nûr
Kader, Mekke’nin sarp kayalıklarında, sürüsünün ardında rüzgârın nevhasını dinleyen bir çobanı, ümmetin en mukaddes vazifelerinden birine hazırlıyordu. Henüz adı Abdullah bin Mes‘ûd idi; ne kavminden gelen bir şeref, ne de dünya zinetlerinden bir nasibi vardı. Lâkin o, Allah katında ağır basacak bir kalb-i selîm'e mâlikti.
Bir gün, Hazret-i Risâletpenâh (s.a.v.) ile Sıddîk-ı Ekber (r.a.) o garip çobanın yanından geçtiler. Rasûlullah (s.a.v.) ondan süt istediler. Abdullah, sürünün emanetine riâyeten, "Hayır," diye mukabele etti. Bunun üzerine Efendimiz, henüz sağım görmemiş bir koyunun memesine mübârek elleriyle dokundu. Allah'ın izniyle, o kuru memeden âb-ı hayât misâli süt fışkırdı.
İşte o an, Abdullah’ın kalbi sarsıldı. O, sadece bir mu'cizeye değil, bilâkis künhüne vâkıf olunması gereken bir hakîkate şâhit olmuştu. Artık o, sâdece bir çoban değildi; o, "İbn Ümmü Abd" — Resûlullah’ın (s.a.v.) gölgesi, Kur'ân'ın sadâsıydı.
Nüzûl İle İntibâ: Kur'ân'ı Kalbine Nakşeden Zât
Hazret-i Abdullah bin Mes‘ûd (r.a.), İslâm'a dâhil olan altıncı neferdi. Vahiy nazil oldukça, o her bir âyeti câm-ı gönlüne işlerdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) meclisinden bir an bile ayrılmaz, O’nun lisanından sâdır olan her harfi ezberlerdi. O’ndaki bu derinliği idrak eden Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyurmuştu:
“Eğer İbn Mes‘ûd’un mâlûmâtına vâsıl olmak gerekseydi, Kûfe’ye sefer eylemek bana aslâ ağır gelmezdi.”
Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) dahi, Kur'ân’ın tilâvetindeki kemâlini tescil buyurmuşlardır:
“Kim ki Kur’ân’ı, nâzil olduğu taze hâli üzere okumak isterse, onu İbn Ümmü Abd’dan dinlesin.”
Bu ferman, onun sadece lâfızları ezberlemediğini, bilakis Kur’ân’ı bütünüyle yaşadığını ve tecrübe ettiğini gösterir. O, âyeti duyduğunda onu yalnızca kulağıyla değil, ruhunun derinliğiyle işiten, her bir emri hayatına şiar edinip her bir nehyinden titizlikle sakınan bir sâlik idi.
Sahibu’n-Naleyn: Yakınlığın En Yüce Mertebesi
Abdullah bin Mes‘ûd (r.a.), Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) olan yakınlığıyla bilinirdi. O, sanki Allah Resûlü'nün hayatında görünen bir gölgeydi: kapıya gelen ilk, evden ayrılan son sahabiydi. O’nun misvağını hazırlar, ayakkabısını (naleynini) taşır, yatağını sererdi. Bu yüzden ashâb-ı kirâm ona, “Sahibu’n-Naleyn” (Peygamber'in Terliğini Taşıyan) diye hitap ederdi.
Bu vazife, bir hizmetçilikten ziyâde, kurbiyyetin (yakınlığın) en ulvî tecellîsiydi. Zira O’nun yanında olmak, O’nun nefesini duymak, O’nun mübârek lisanından Kur'ân'ı dinlemek, dünya ve ukbâdaki en büyük lütuf idi.
Hakk’ın Sadâsı: Kâbe’de İlk Cihat
Mekke-i Mükerreme, Kureyş’in küfür ve şirk ile taassup kesilmiş duvarları arasında inlerken, Rasûlullah’ın sahâbeleri dahi Kur’ân’ı açıktan okumaya cesaret edemiyorlardı. İşte bu zulmetin tam ortasında, Abdullah bin Mes‘ûd (r.a.) Kâbe'nin Makam-ı İbrâhim'i önünde durdu ve gür bir sesle Rahmân Sûresi’ni tilâvet etmeye başladı.
Putperestler öfkeyle üzerine yürüdü, taşa tuttular, yüzü kan revan içinde kaldı. Fakat sesi kesilmedi. Ardından sordular:
— “Ey Abdullah! Bu denli bir tehlikeye niçin atıldın?”
O, imânın verdiği sükûnetle cevap verdi:
“Vallâhi, Allah düşmanları arasında O’nun Kelâmını okumak kadar gönlüme sürûr veren bir şey yoktur.”
O gün Kureyş, zayıf bir çobanın sesinden korktu. Zira o sadâ, Tevhîd’in gürleyişi idi.
Bid’atin Karşısında Durulan Âlim: Sessiz İhtâr
Abdullah bin Mes‘ûd (r.a.), ilminin zirvesi yanında, Sünnet-i Seniyye’ye olan titiz bağlılığıyla da tanındı. Kûfe’de vazife îfâ ederken, bir gün mescide girdi ve bir grubun halka oluşturup taşlarla zikir saydığını gördü. Her biri tekbir, tehlil ve tesbihi başlarındaki bir rehberin komutuyla tekrarlıyordu.
Bin Mes‘ûd (r.a.), yüzünde bir hüzünle onlara yaklaştı ve hiddetten uzak, lâkin sarsıcı bir îkâzda bulundu:
“Ey Muhammed’in ümmeti! Ne çabuk helâk olmaya yöneldiniz! İşte Rasûlullah’ın sahâbeleri hâlâ aranızda; elbiseleri eskimese, kapları kırılmasa gerektir. Sizler ise ya Resûlullah’tan daha doğru bir hidâyet yolu buldunuz, ya da bir dalâlet kapısını araladınız!”
Onlar, “Yalnızca hayır murâd ettik,” deyince, o mukaddes ilmin temsilcisi son sözünü söyledi:
“Nice hayrı murâd edenler vardır ki, asla hayra nâil olamazlar.”
Bu vak’a, bid’atle mücadelenin ilimle, sükûnetle ve Sünnete bağlılıkla yapılabileceğinin en keskin örneği oldu.
İlim ve Amelin İmtizâcı: Kûfe’nin Nûru
Hazret-i Ömer (r.a.) devrinde Kûfe’ye kadı ve muallim olarak gönderildiğinde, Kûfe ehli onun dizinin dibinde Kur’ân’ı, Sünneti ve zühdü öğrendi. Kûfe’nin fıkıh ve tefsir ekolleri, Alkame, Mesrûk ve İbrahim en-Nehaî gibi onun güzîde talebeleri vâsıtasıyla vücut buldu.
O, talebelerine şöyle nasihat ederdi:
“Kur’ân’ı tahsîl edin; zira Kur’ân, hem Allah’ın kelâmıdır hem de kalpleri diriltendir.”
İbn Mes‘ûd’un meclisinde yetişenler, âyetleri ezberlemeden evvel, onunla âmil olmayı, onu yaşamayı öğrenirdi. O, onların metodunu şöyle îzah ederdi:
“Biz, on âyeti öğrenmeden diğerine geçmezdik. Ancak onlardaki ilmi ve amel cihetini tahsîl edince ilerlerdik.”
Âhirete İrtihâl: Dünya Onu Unuttu, Hak Unutmadı
Hz. Osmân (r.a.) dönemindeki bazı siyâsî ihtilâflar neticesinde Medine’ye çağrıldı. İhtiyar ve yorgun bir hâlde Rabbine kavuşmayı bekledi. Medine’de vefât ettiğinde, Cennetü’l-Bakî’ye defnedilirken, cenâzesine katılan Hz. Ammâr (r.a.) gözyaşları içinde şöyle buyurdu:
“Şu toprağın altında yatan, Kur’ân’ı kalbine kazıyan adamdır.”
Cenâzesinde Hz. Osmân olmasa da, Hz. Ammâr ve sahâbenin uluları hazır bulunmuştu. O gün Medine semâsında bir sükût hâkimdi; zira sanki Kur’ân, kendi hâfızını yâd ediyordu.
İbn Mes‘ûd’un Mîrâsı: Amel İle Konuşmak
Abdullah bin Mes‘ûd (r.a.), geride yalnızca rivâyetler ve fıkhî mesâil bırakmadı. O, kendi nefsiyle başlayan ve kalplerden taşan bir tevhid dalgası mîras bıraktı. O, İslâm’ı ne sesiyle ne de servetiyle değil, teslimiyetiyle yüceltti.
Bugün, kürsülerde ve meydanlarda nice sadâlar yükselmektedir. Lâkin İbn Mes‘ûd'un sesi, en saf hâliyle bize şunu fısıldar:
“Söz, amel ile te’yîd edilmezse (desteklenmezse) berekete nâil olamaz.”
O, Allah'ın kelâmını bir ezgiye değil, bir hayata dönüştürdü. Onun yolu, Kur’ân’ı gösterişle değil, amel ve sâlih hâl ile yaşama yoluydu.
Son Bir Söz: Ne Kurtardıysa O Kurtarır
Kelimeler yorulur, satırlar tükenir; lâkin hakîkat ebedîdir. Gönüllerimize nûr serpen İbn Mes‘ûd (r.a.) kıssasından alacağımız en keskin ders, Sırat-ı Müstakîm’den zerre kadar sapmamaktır.
Büyük İmâm, Ahmed bin Hanbel (r.a.) Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Sizden evvelki sâdıkları (sahâbe ve tâbiîn) ne kurtuluşa erdirdiyse, bu ümmeti de ancak o kurtuluşa erdirecektir.”
Bu kelâm-ı hikmet, bize açık bir düstur verir: Kurtuluş yolu, ne yeni icâdlarda (bid’atlerde) ne de nefsin hevâsında aranmalıdır. O yol, Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâbının yürüdüğü, Tevhîd ile aydınlanmış, Sünnet ile tahkim edilmiş kadîm yoldur.
Zira her türlü bid’at, Sünnet’in nûrunu eksiltir; her şirk ise, Tevhîd Kalesi'nin yıkımına sebep olur. Allah (c.c.), Kitâb-ı Kerîm'inde buyurur ki:
“Şüphesiz ki, Allah kendisine ortak koşulmasını (şirki) bağışlamaz. Bunun dışındakileri ise dilediği kimse için bağışlar...”(en-Nisâ, 4/48)
Ve yine, o çetin tehdit ile uyarmıştır: Şirk ehli için Cennet ebediyyen haram kılınmıştır.
Ey Müslüman! Eğer İbn Mes‘ûd'un mirasını yaşatmak istiyorsan, Tevhîd sancağını kalbinin zirvesine dik. Kurtuluşu, asr-ı evvelin sâfiyetinde, şirk ve bid’at zerrelerinden arınmış bir teslimiyette ara. Zira bizi kurtaracak olan, dün onları kurtarmış olandır. O da, Lâ ilâhe illallah'ın hakîkatine tam anlamıyla îmân ve ameldir.
Ve'l-Hamdü Lillâhi Rabbi'l-Âlemîn.