Bedir’in yiğidi, Recî’nin şehidi Zeyd bin Desinne (r.a.), darağacında bile Resûlullah sevgisini haykırdı: “O’na diken batacağına ben canımdan geçerim!” Bugün ise Zeyd’in imanı, dünya sevdasıyla yorulmuş kalplerimize ayna tutuyor.

Ey okuyucu! Kelimelerin kifayetsiz kaldığı, ruhların göğe uruç ettiği öyle hadiseler vardır ki; onlar, sadece tarih yaprağı değil, bizim kalbimizin aynasıdır. Bugün, o aynada, bir Ensar yiğidinin, Zeyd bin Desinne'nin (r.a.) silüetini seyredeceğiz. O, Medine’nin nurla yıkanmış toprağının Beyâzaoğullarından, Bedir’de hakkın gürleyen sesi, Uhud’da sabrın sarsılmaz kalesiydi.

​Fakat onu ebediyete taşıyan imtihan, Hicretin dördüncü senesinde yaşandı. Adal ve Kāre kabilelerinin "Bize Kur'an’ı ve Sünneti öğretecek muallimler gönder," diye yalvaran daveti, aslında kalleşçe örülmüş bir pusu, bir "Recî'" tuzağıydı. O masum heyet, Mekke’nin intikam hırsıyla yanıp kavrulan Kureyş’ine satıldı. Ticaretin en şereflisi olan imanı satmaya kalkanlar, en hayırlı canları, en iğrenç pazarlıklara meze etmişlerdi.

​Zeyd’i (r.a.), Bedir’in utancını yüreğinde taşıyan, babası Ümeyye’nin kanını arayan Safvân bin Ümeyye satın aldı. Zincirler... Zindan... Bir müminin en zorlu imtihanı... Ama o, dünyayı kalbinden söküp atmış bir müvahhid için, demir parmaklıklar zindan değil, halvethane olur. Gündüzler oruç, geceler kıyamdı onun âleminde. Müşriklerin putlarının etinden yemeyi reddederek, tevhidin keskin duruşunu bir kez daha sergiliyordu. İşte o anlar, imanın gövde gösterisidir; kalbin sadece Allah’a ait olduğunun ilanıdır.

​Darağacındaki İki Rekât:

Vuslat Öncesi Son Selam

​Ve o büyük gün geldi. Mekke’nin dışındaki Ten'im mevkiinde, hurma kütüğünden bir darağacı dikildi. Kalabalık, intikam çığlıklarıyla yankılanıyordu. Müşriklerin ileri gelenleri, o mübarek canın son nefesini izlemek için toplanmıştı. Zeyd (r.a.), cellatların karşısında durdu. Yüzünde ne korku, ne panik, sadece Rabbe kavuşmanın sükûneti vardı.

​Son dileğini istedi: "Müsade edin de, Rabbime veda niyetine iki rekât namaz kılayım."

​Bu, ölüme kafa tutan, hayatı sadece bir gölge bilen, asıl hayatın ölümden sonra başlayacağına inanan bir kalbin duruşudur. O iki rekât, bütün bir ömrün özetiydi. Dünya defterini kapatmadan evvel, âlemlerin Rabbi’ne teşekkür ve kulluk sunuşuydu. Namazını bitirdiğinde, âdeta gök kapıları aralanmış gibiydi.

​İşte o esnada, henüz Müslüman olmamış olan Ebu Süfyan (ki daha sonra İslâm’la şereflenecektir), Zeyd’in bu sarsılmaz vakarına şahit olunca, ona belki de tarihin en ağır sorusunu sordu:

​"Ey Zeyd! Allah aşkına doğru söyle, şimdi senin yerinde Muhammed’in (s.a.v.) olmasını, senin de ailenin yanında, sağ salim bulunmanı istemez miydin?"


​Bu, basit bir soru değildi; bu, imanı dünya sevgisiyle tartmaya kalkmaktı. Bu, can tatlılığı ile cananın sevgisini kıyaslamaktı. Kalbi neyle doluysa, dudağından o dökülürdü. Ve Zeyd’in kalbi, Resûlullah’ın aşkıyla dolu bir ummandı.

​Son Bir Söz:

Zeyd'in Aşkı ve Günümüzün Dünya Sevgisi

​Zeyd bin Desinne’nin (r.a.) dudaklarından dökülen o kelimeler, sadece o güne değil, çağlar ötesine, bilhassa da kalbi dünya sevgisiyle katılaşmış bizlere söylenmiş bir cevaptı. Dedi ki:

​"Hayır, vallahi! Benim şimdi burada bulunup can vermem pahasına bile olsa, Resûlullah’ın ayağına Medine’de bir diken batmasına, ona herhangi bir eziyet dokunmasına asla razı olmam!"


​Bu söz, bir sevginin en üst rütbesidir, imanın zirvesidir. Bu, bencilliğin en küçük zerresini bile barındırmayan, sadece ve sadece İsar (başkasına öncelik verme) ve Muhabbet-i Nebeviyye (Peygamber sevgisi) ile atılmış bir kalbin vuruşudur.

​Şimdi bu duruşu, nefsimize ve günümüzün "modern" Müslümanına çevirelim. Kalplerimiz nerede?

​Zeyd’in Sevgisi: Canından vazgeçmek pahasına dahi olsa, Allah Resûlü’nün huzurunun bozulmasına dayanamayan, kendinden geçip O’nda fânî olan bir aşktı. O aşk, dünyayı bir gölge, canı bir emanet görüyordu. O, hayatın değil, davanın devamını istiyordu. Onun için dünya; zindan, eziyet, ölüm; hepsi Cennete giden yolda bir köprüydü.

​Günümüzün Dünya Sevgisi: Bugün ise, birçoğumuzun kalbi, dünya denilen geçici metaın sevdasıyla kararmış vaziyette. Ufak bir konforumuz bozulsa, hemen dinden, imandan, dertten şikâyetçi oluyoruz. Cebimizden çıkan üç kuruş, ruhumuzun çektiği ufak bir sıkıntı, cemaatten bir kardeşimizin hatası, bizi hemen davadan soğutmaya, ibadeti terk etmeye itebiliyor.

* ​Zeyd, canını verdi; biz ise sabah namazına uyanırken uykumuzu veremiyoruz.

* ​Zeyd, sevgilisinin ayağına diken batmasın diye kendi canını siper etti; biz ise siyasi çıkarımız, ticari menfaatimiz, kariyer hırsımız uğruna davamızın değerlerinden taviz verebiliyoruz.

* ​Zeyd, canı ve ailesi pahasına geri dönme teklifini elinin tersiyle itti; biz ise bir kariyer basamağı için, bir makam koltuğu için, bir kredi kartı limitimiz için, ahiretimizi ve temel ahlaki duruşumuzu sorgulamaktan çekinmiyoruz.

​Ey okuyucu! Tevhidin şahidi, Zeyd bin Desinne’nin cevabı, aslında bir uyarı çığlığıdır: Kalbinizde dünya sevgisi, Allah ve Resûlü’nün sevgisinden ağır basıyorsa, o kalbe yeniden bakma vaktiniz gelmiştir. Canınızı değil, sadece uykunuzu, konforunuzu, malınızın zekâtını bile feda edemiyorsanız, Recî’de verilen o cevabın manasına ne kadar uzaksınız?

​Unutmayalım ki, bu dava fedakârlık ister. Bizim canımız, malımız, konforumuz değil; Resûl’e olan sarsılmaz muhabbetimiz bizi kurtaracaktır.

​Zeyd (r.a.), oklar ve kılıç darbeleri altında ruhunu teslim etti. Ama onun o son sözü, kıyamete kadar gelecek bütün müminlere, gerçek sevginin ne olduğunu öğreten en parlak ders oldu. Şehadeti mübarek olsun. O, sadece ölüme gitmedi, en büyük aşka yürüdü.

Selamünaleyküm.


​HAFTAYA...

​Gelecek hafta, Cennetle Müjdelenen On Sahabi’den biri olan, Uhud’da vücudunu Peygamberimiz’e siper eden, eli felç olana kadar savunmayı bırakmayan kahraman sahabi Hazreti Talha bin Ubeydullah’ın (r.a.) destansı hayatını ve fedakârlıklarını okuyacaksınız.