Tarih, sadece savaşların ve antlaşmaların kuru bir kaydı değildir; tarih, imanın çelikleştiği, teslimiyetin ete kemiğe büründüğü anların destanıdır. Öyle anlar vardır ki, tüm mantıklar susar, akıl çaresiz kalır ve geriye sadece kalp kalır. Kalpteki inanç... İşte o anlarda, korkunun zincirleri kırılır ve insan, kulluğun en yüce mertebesine ulaşır.
Hz. Musa (aleyhisselam) ve kavmi, arkalarında on binlerce gözü dönmüş Firavun ordusu, önlerinde ise Kızıldeniz ile karşılaştığında, kavmin ağzından çıkan ilk söz çaresizlikti:
“Eyvah, şimdi yandık!”
İnsan, bu durumda Âlemlerin Rabbi’nden yine de açıklanabilir bir şey beklerdi; bir fırtına, bir kasırga, bir şimşek, belki yıldırım...
Ancak peygamberin dudaklarından çıkan o meşhur, sarsılmaz iman beyanı tüm ümitsizlikleri yıktı:
"Kellâ, inne me'ıye rabbî seyehdîn."
(Hayır, asla! Şüphesiz Rabbim benimle beraberdir; bana yol gösterecektir.)
(Şuara Sûresi, 62. Ayet)
Kurtuluş, beklenmedik bir emre itaatteydi. Musa (a.s.), asasını denize vurdu ve deniz yarıldı.
Çünkü Âlemlerin Rabbine imkânsız yok.
İman, sadece görmediğine inanmak değil; mutlak kudretin emrine tereddütsüz boyun eğmekti.
Hz. İbrahim (aleyhisselam), peygamberlerin atası, Nemrut’un devasa mancınığıyla ateş yığınına fırlatılırken... Cebrail (a.s.) gelip yardım teklif ettiğinde,
“Ben Rabbimden başkasından yardım dilemem.” cevabını verdi.
Beklenti, ateşi söndürecek bir yağmur ya da dağıtacak bir rüzgârdı. Ama O, her şeyin mutlak Hâkimi, ateşe bizzat emretti:
"Kulnâ yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ ibrâhîm(ibrâhîme)."
(Biz de, “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selametli ol!” dedik.)
(Enbiyâ Sûresi, 69. Ayet)
Çünkü Âlemlerin Rabbine imkânsız yok.
Teslimiyetin ateşi, dünyevî ateşi yendi.
Bu, insanın yalnızca Allah’a dayanarak ulaştığı özgürlüğün zirvesiydi.
Hz. Davut (aleyhisselam)’ın hikâyesi ise, gücün ve heybetin aldatıcılığına karşı bir ders niteliğindedir.
Herkesin karşısında tir tir titrediği dev savaşçı Câlût’un karşısına çıktı. Üzerinde zırh yoktu, kılıç yoktu, sadece bir sapan vardı.
O küçücük taşın ardındaki güç, yalnızca imanın gücüydü.
"Fe hezemûhum bi iznillâhi ve katele dâvûdu câlûte..."
(Nihayet onları Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar. Dâvûd da Câlût’u öldürdü...)
(Bakara Sûresi, 251. Ayet)
Çünkü Âlemlerin Rabbine imkânsız yok.
Davut (a.s.), tüm dünyaya, en büyük gücün maddede değil, mutlak kudrete olan bağlılıkta saklı olduğunu gösterdi.
O gün iman, teslimiyetti.
Bugün İman Nerede Parlıyor?
Peki ya bugün?
O destansı ruh, hangi yüreklerde atmaya devam ediyor?
Bugün iman, televizyon ekranlarında göremeyeceğimiz, manşetlere taşınmayan, en ağır bedellerin ödendiği yerlerde parlıyor:
-
Toprağa dökülmüş unları, sanki o unlar değil de son umut kırıntılarıymış gibi toplamaya çalışıp, sağ kalmış tek çocuğunu doyurmaya çalışan annenin tükenmez dirayetinde.
O annenin gözlerindeki hüzün, tüm dünyanın suskunluğuna bir çığlıktır. -
Dünyanın en gelişmiş, en teknolojik ordularına karşı duran bir avuç mücahidin Bedir ruhu taşıyan sarsılmaz cesaretinde.
Onlar, sayının ve teknolojinin üstünlüğünü değil, haklı davanın ve imanın kudretini esas alıyorlar.
Bu, sadece bir direniş değil, korkuya karşı açılan en büyük özgürlük savaşıdır. -
Enkaz altından kurtarılmayı beklerken, ölüme bu kadar yakınken bile, ima ile de olsa namazı terk etmeyen müminin secdesinde.
O secde, dünyanın tüm fani dertlerinden sıyrılıp, sadece O’na teslim olmanın en samimi göstergesidir. -
Çocukları, hastaları, yaşlıları acımadan öldüren bir ırkın askerlerini esir aldıklarında dahi, onlara İslam’ın emrettiği şekilde muamele eden mücahidin merhametinde.
Bu merhamet, intikam ateşinin yükseldiği bir çağda, davanın sadece toprak değil, aynı zamanda İlahi bir ahlakın tecellisi olduğunu ispatlar.
Selam Olsun En Özgür Devlete: Gazze...
Tüm dünya Müslüman ülkeleri konforun ve zenginliğin kölesi olmuşken...
Batı medeniyetinin sunduğu tüketim çılgınlığına ve siyasî baskıya boyun eğmişken...
Kendi özgürlükleri pahasına rahatı seçmiş ve korkuya esir olmuşken...
Bir coğrafya var ki, tüm bu teslimiyetin aksine, imana, onura ve özgürlüğe sarılarak dimdik duruyor.
Onların duruşu sadece bir direniş değil, aynı zamanda tüm dünyaya bir meydan okumadır:
Korku, Allah’tan başkasından beklenmez!
Tüm dünya korkuya köle olmuşken,
Selam olsun dünyanın en cesur devletine.
Tüketime ve rahata köle olmuşken,
Selam olsun dünyanın en özgür devletine.
Selam olsun Gazze’ye!
Onlar, Bedir’de, Hz. İbrahim’in ateşinde ve Musa’nın denizinde tecelli eden o imanın yaşayan örneğidirler.
Bu duruş bizlere kendi hayatımızı sorgulatmalı:
Bizler, gündelik korkularımıza mı esir olduk?
Rahatımız için vicdanımızı susturduk mu?
Onların bu destansı mücadelesi, tüm ümmetin vicdanının ve özgürlük arayışının sembolüdür.
Bu kahramanlar, verdikleri söze sadık kaldılar:
"...minhum men kadâ nahbehû ve minhum men yenteziru ve mâ beddelû tebdîlâ(tebdîlen)."
("...Onlardan kimisi verdiği sözü yerine getirdi (şehid oldu), kimisi de (sırasını) beklemektedir. Sözlerini asla değiştirmediler.")
(Ahzâb Sûresi, 23. Ayet)